Erzurumlu İbrahim Hakkı - Marifetname/4
ALTINCI BÖLÜM
Toprak unsurunun mahiyetini, keyfiyet ve durumlarını, sükûn ve kararını,
parçalarını korumasını, vâdi ve dağlarını; yerkürenin iki tabakaya
bölünmesini ve yeni dünyanı ortaya çıkmasıyle çizilişini; kaynakların
fışkırmasını ve yerin sarsılmasını dört madde ile hâkimâne açıklar.
Birinci Madde
Toprak unsurunun mahiyetini, faydalarını, özelliklerini, keyfiyetini,
durumlarını ve görünüşünü; vadilerini ve dağlarını, sükûn ve kararını,
parçalarındaki çekiciliği bildirir.
Ey aziz, malum olsun ki, filozoflar ve astronomlar ittifakla demişlerdir
ki: Dört unsurdan dördüncüsü ve esası toprak unsurudur ki, o, bir basit
cevher; keyfiyet ve tabiatı soğuk ve kuru olduğundan, diğer unsurlara
muhaliftir. Mutlak ağır ulunduğundan, tabiî yeri unsurların altı olup,
kendi parçalarını çekme ve kurumayla yerinde sükun ve karar etmiştir. Bu
toprak unsuru, bir tek yüzeyle çevrili küre bir cisimdir.O kürenin merkezi,
âlemin merkezi ve bütün ümmetlerin ayağının altıdır. Yüzeyi, vâdiler ve
dağlarla girintili-çıkıntılı olup, üzerinde bulunan su küresi ve hava
küresinin alt yüzeylerine temas etmiştir. Felekler ve unsurlar, yerkürenin
etrafında hareket edici olup, feleğin dönüşü, o süratli hareketiyle bu
unsuru her yönden ortaya itip, sâkin tutmuştur. Nitekim bir şişe içine bir
taş konulup, o şişe sürat ve kuvvetli döndürülse, o taş, şişenin ortasında
hareket etmeyip sâkin olur. Bunun gibi yer, feleğin ortasında sâkin olur.
Bir karar üzere karar etmiştir. Gerçi bazıları demişlerdir ki, yerküre, hem
güneş etrafında, hem kendi etrafında daima hareket edicidir. Felekler ve
yıldızlarsa, sürekli sâkin ve sâbit olup, ancak yerin dönmesiyle dönücü ve
hareketli sanılmıştır. Nitekim yürüyen bir gemiye binmiş olan kimseye,
denizin sahili hareket ediyor görünür. Bu konunun bir miktarca
açıklanması, dokuzuncu bölümde, yeni astronomi nâmıyle beyan olunacaktır.
Lakin bu görüş, zayıf ve çoğunluğa aykırı bulunmuştur. Çünkü bu kitapta
Alemin durumlarını açıklamaktan muradımız, ancak cihanın yaratıcısını
tanımaktır, cihan değildir. Şu halde âlem, ne yapıda olursa olsun ve ne
yöne hareke kılarsa kılsın, hepsi o göklerin ve yerin yaratıcısının
kudretinin kemâline ve azametine delalet eder. Bizlere de lazım olan ancak
bu ibret bakışıyle kemâl kazanmaktır.
Toprak unsuru da, ötekiler gibi, oluşu ve bozuşumla çeşitli suretler
bulmaya kabiliyetlidir. Zira ki, kendi yerindeyken bile, diğer unsurlara
dönüşüp, başkalaşır. Bu toprak unsurunun soğukluk ve kuruluğunun birlikte
bulunmasına sebeb, katılık ve yapışma olduğundan; sırtı canlılara yer ve
sığınak, karnı maden ve bitkilere başlangıç ve kaynak bulunmuştur. Şeklinin
küre olduğu nice delillerle ispatlanmıştır. Bütün yeryüzünde ikibuçuk
fersahtan ziyade yüksek dağ olmadığı yakinen bilinmiştir. Çünkü dağların en
fazla yüksekliğinin yerin çapına oranı, bir arpa eninin bir ziraa oranı
gibidir. Şu halde bu dağlar, yerin küre olmasına mâni değildir. Mesela bir
yuvarlak elma üzerinde pirinç tanelerini saplansa, tanelerin yarıları
dışarıda bulunsa,o elmanın yuvarlaklığına onlar zarar vermediği gibi,
dağlar dahi yerin küreliğine zarar verme ve veremez. Lakin yerküre fazla
büyük olduğundan, düz görünür. Onun için felsefeden habersiz olanların aklı,
gözünün gördüğünü geçmeyip, olduğu yeri düz gördüğünden, yerin tamamı düz
yüzey zanneder. Halbuki gerçeğe uygun değildir.
Yerkürenin ortasında bir hayalî nokta vardır ki, âlemin merkezi ve gerçek
dip odur. Bütün yönlerden ağır cisimler ona meyledip, engeller olmasa, varıp
onu bulur. Her yönden yerin göğe uzaklığı eşit olduğu halde, ağır cisimler
biribirini itme sebebiyle veya merkezin çekmesi yoluyle, bu toprak unsuru
unsurların ortasında yerleşmiştir. Şu halde insan, yeryüzünün her ne yerinde
dikilirse, onun tepesi sürekli gök tarafına gelip, ayağı merkeze doğru
olur. Ona göğün yarısı görünür. Zira ki, onun ufku dairesinin merkezi,
kendi ayağı altında bulunur. Yerin hangi tarafına, ne miktar hareket etse,
ona, göğün o miktarı o taraftan meydana çıkar. Öteki tarafından o iktar gök,
gizlenmiş olur. şu halde yirmiiki fersah mesafe ki, yaklaşık yerin bir
derecesidir, her o kadar hareket için, göğün dahi bir derecesi meydanda
olup, karşısında bir derecesi görünmez. Zira ki, yer, kendi kuşağının
üçyüzaltmış cüzünden bir cüzü olduğu gibi, göğün dahi bir derecesi öyledir.
Şu halde yerin bir derecesi, karşısında ve paralelinde bulunan göğün bir
derecesine uygun ve eşit sayılmıştır. Gerçi yer dairesinin kavsinden, gök
dairesinin kavsi uzun bulunmuştur. Lakin bu kıyas ile bütün dereceler,
feleklerin kuşağı ve yıldızların yükseklik alçaklığı bilinmiştir.
İkinci Madde
Toprak unsurunun iki tabaka bulunduğunu ve bazı filozofların görüşlerine,
bazı âyet-i kerime ve hadis-i şeriflere bu durumun bir yönden uyduğunu
bildirir.
Ey aziz malum olsun ki, filozoflar ve kelamcılar demişlerdir ki: Bu toprak
unsuru, bir küre iken iki tabakaya bölünmüştür. Önceki tabakası çamur
tabakasıdır ki; bütün madenler, bitkiler, hayvanlar, kaynaklar, zelzeleler,
buharlar, onun üst nahiyesinde oluşup, vücuda gelmiştir. bu topak unsuru
renksizken, onlarla karıştığından nice muhtelif renklerle renklenmiştir. Bu
tabakanın kalınlık ve derinliğini, Hindistan filozofları, bal mumları yakıp,
çeşitli fenlerle değişik yerlerde derin kuyular kazmak, inceleyip,
denemişlerdir. Nice sahralarda yedibin kulaçtan fazla ve deniz yakınında
onbeşbinbeşyüz kulaç ki, takriben beş fersah mesafedir. O kadar yerin
dibini kazdıkta, çamur tabakasının sonunu bulmuşlardır Ve halis renksiz ve
kuru toprağa ulaşmışlardır. Halen o kuyuların dördü, Hindistan'ın sonu olan
Kenkeder sahrasındadır. Şeddad kuyusu, Şam'da, Altın Çeşme semtinde,
Zeydanî sahrasındadır ki, ona Haviye kuyusu derler. O semtin halkı, onu
temaşa etmek için giderler. Yağlı hırkalardan deve kadar büyük demetler
bağlayıp, ateş ile şulelendirip,o kuyuya atarlar. O zaman o şuleyi seyredip
görürler ki, kuyunun içine indikçe küçük görünüp, ta yıldız kadar olur,
derler. Sabittir ki, geceleyin bir dağda, deve büyüklüğünde yanan ateş, beş
fersah mesafeden, bir yıldız miktarı görünür. Şu halde bu kıyasla, çamur
tabakasının mesafesi bilinir. bu tabaka, ateş tabakasına nispetle altıncı
tabaka sayılır.
Toprak unsurunun ikinci tabakası, halis topraktır ki, merkezi kuşatan aslî
unsurdur. O, tamamen soğuk ve kurudur ve renksizdir ki, renklenmiş değildir.
Ziraki aslî unsurların rengi olmaz. Nitekim suyun rengi, kabın rengidir Bu
halis tabakanın derinliği merkeze varıncaya dek binikiyüz altmışyedi fersah
mesafe hesap olunmuştur. zira ki, yerkürenin kuşağı, sekizbin fersah mesafe
olduğundan, çevreden merkeze varıncaya dek yarıçapı, binikiyüz yetmişiki
fersah mesafe bulunmuştur. Şu halde yerin yarıçapından beş fersah çamur
tabakasının kalınlığı çıkarıldıkta, kalan halis tabakanın kalınlığı olur.
Şu halde ay feleğinin altında ateş tabakası, onun altında duman tabakası,
onun içinde soğu tabaka, onun içinde buhar tabakası, onun içinde su
tabakası ve onun altında çamur tabakası, onun içinde de hâlis tabakadır ki,
yedinci tabakadır. Bu yedi tabaka biribirini kuşatmıştır ve "Allah yedi
göğü ve bir o kadar da yeri yarattı," (65/12) âyetine uygun gelmiştir.
İbn-i Abbas (Allah ondan razı olsun) hazretlerinden naklolunan boğa ve
balık kıssası gerçeklik kazandığı takdirde; boğa burcu ve balık burcu ile
tevcih olup ona uygun olmuştur. Zira ki Ashab-ı Kiram'ın bu tür işlerden
akla uygun yorumları galiba İslâm'ın başlangıcında din işleri henüz
yerleşmeden, felsefî görüşlere halk meşgul olup, İslam dininin kaidelerini
zabt ve rivayetten kalmasınlar diye, din işlerinden olmayan suallere:
"İnsanlara akılları seviyesinde söyleyin," hadisince hakimâne cevaplar
vermişlerdir. Elbette peygamberlerin ve ashab-ı kiramın görevi, halka din
işlerini öğretmek olup; eşyanın hakikatlerinin açıklanması onları vazifesi
olmadığından, kendilerine ayın değişik şekillerinden sorulduğunda: "Sana
yeni doğan aylardan soruyorlar. De ki: Onlary insanların muameleleri ve hac
için vakit ölçüleridir," (2/189) buyurulmuştur. Ta ki halk, onlardan
soracaklarının ne olduğunu bilsin ve din işlerinden olmayan durumları
onlardan sual etmesin. Nitekim hurma ağacının dikilmesi ve aşılanması
konusunda, Peygamberimiz sallallahü aleyhi vesellem: "Siz dünya işlerini
daha iyi bilirsiniz," buyurmuştur. Yerkürenin iki kutbu doksanıncı
enlemlerdir ki, yukarıda açıklandığı üzere, altı ay gece ve altı ay
gündüzdür. Şu halde Hızır ve İskender karanlığı, kuzey kutbunda olan altı
ay geceden ibarettir. Yoksa sürekli karanlık olan yer, bilim adamları
katında sabit değildir. Ye'cüc ve Me'cüc seddi, yedinci iklimin doğu
semtinde, eski Tataristan'ın kuzeyinde bir yerdedir. Bazı eski kitaplarda,
yerin mesafesi beşyüz yıllık yol ve yerle göğün arası beşyüz yılık yol
yazılıp, Sümmüvâ'ta bu anlamları içine alan hadis-i şerif dahi rivayet
olunmuştur. Lakin murat, ancak mesafenin çokluğunu belirtmektir, sayı
değildir. Zira ki elli, yetmiş, beşyüz, yediyüz, bin, ellibin, yetmişbin,
yüzbin... sayıları hep çokluk makamında kullanılmıştır. Nitekim: "Ey
resulüm, o müafıklar için ister mağrifet dile, ister dileme. Onlar için
yetiş kere mağrifet istesen de, Allah onları asla bağışlayacak değil..."
(8/80) âyet-i kerimesinde sayı tayini murat olunmayıp, çokluktan kinaye
bulunmuştur. Şu halde bunun gibi tevillerle, ilim adamlarının birçok
görüşleri dine uydurulmuştur.
Üçüncü Madde
Yeni dünyayı (Amerika) bildirir.
Ey aziz, malum olsun ki, astronomi âlimlerinden Nasîr Tusî ve ondan önce
gelen filozofla demişlerdir ki: Güneşitleyici daire ile ufuk dairesinin
kesişmesinden yerkürede hâsıl olan dört kısmın, iki kuzey kısmından birisi
mamurdur ki, böylece dünyanın dörtte biri meskun olmuş olur. Geri kalan
dörtte üçünün durumu meçhuldür: Ya mamur ve meskun veya okyanusla doludur.
Lakin sonraki bilginler, okyanusu gemiyle dolaşarak, kalan dörtte üçünü
bütün durumlarını keşf ve ispat etmişlerdir. Eskilerin bilmediği yerler
bulunup, mamur yerleri dörtte bire hasretmeye mecal kalmamıştır. Zira ki,
miladî tarihin bindörtyüz doksaniki senesinde, ki hicrî tarihin
dokuzyüzüçüncü senesiydi, Endülüs memleketinden, cebir ilminde mahir bir
mühendis korsan ki, namına Kolon (Kristof Kolomb) derlerdi. O, okyanusun
durumlarını incelemek için iç denizin dış denize döküldüğü Sebte boğazı
dışında, İspanya limanından üç gemide yüzyirmi adam ile yelkenler açıp,
batı tarafına doğru salmıştır. Devamlı yengeç dönencesinden yirmi derece
kuzeyi almıştır. Yani kırküç derece enleminde giderdi. Zira ki iki
tarafından sıcaklık ve soğukluk altına düşmekten çekinirdi. Sürekli güneşin
batışını gözetip, otuzüç gün seyretmiştir. O müddet içinde okyanusun
sahilinde tamam üçbin sekizyüz mil mesafe kat etmiştir. Nice defa
yanındakiler pişmanlıkla geri dönmeyi kastetmiştir. Gemilerde bulunanlar
ona, nice kere itap edip: bizi bela girdabına uğrattın ve hepimizi bu engin
deniz içinde kaybettin, diye Kolomb'a hücum ettiklerinde, o, onlara cevap
etmiştir ki: Sizin kurtuluşunuz, ancak denizi bilir ve astronomi âletleri
kullanabilir adamla olur. Siz beni öldürürseniz, hepiniz denizde kalıp,
helak olup gidersiniz, diye kâh müjde kah korkutma ile onları
yatıştırırdı. Kurtuluştan ümidi kesip, şaşırmış kalmışken, ansızın hoş bir
ada görünmüştür ki, akan nehirleri ve yüksek ağaçları vardı. O zaman
canları bir miktar rahat bulup, Kolomb'a teslim olmuşlardı. Altı gün yine
günbatımına doğru gidip, altı boş ada bulmuşlardı. Hepsinden büyük olan
adaya, İspanyol adını vermişlerdi. Buradan geçip sekizyüz mil dahi karayel
üzere gitmişlerdi. O zaman bir sahile yetmişlerdi. Nice günler o sahilin
etrafında kuzey ve güney taraflarına seyretmişlerdi. Onun ada olduğunu
bilmişlerdi. Orada bir kavim bulmuşlardı ki, bunların seyrine gelip,
toplanıp sahile yetmişlerdi. Bunlar sahile yaklaştığında, onların hepsi
firar etmişlerdi. Önce gemileri balık sanıp, temaşaya gelmişler, sonra
insan olduklarını bilmişler ve korkup kaçmağa kalkmışlardı. Zira ki onlar,
gemi ve sandal bilmezler imiş. Bunlar gemilerden çıkıp, onlara yetişip, bir
kadın tutmuşlardı. Ona çok hediyeler verip, gözetmişler, lisanını
bilmediklerinden, kavmini getirmeyi işaretle anlatmışlardı. O zaman o
kadın, varıp kavmini gemiler yanına gönderip; onlar dahi altın, gümüş,
meyveler, ekmek ve çeşitli kuşlarla ve hayvanlarla gelmişler, iskele yanına
yetmişlerdi. Nice günle ve aylar burada alış - veriş edip, oraya batı Hint
deyip, orada kırk adam koyup, yine doğuya doğru selametle gelip,
gitmişlerdi. İspanya hâkimine yeni dünya hediyelerini hediye etmişler.
Bundan sonra ikinci ve üçüncü senelerde varıp geldikçe yeni dünyalıların
lisanlarını ve âdetlerini tamam bilmişlerdir. Yolunu beşbin ikiyüz il deniz
yolu bulmuşlardır. Lakin okyanusun doğuya doğru hareketinden dolayı elli
günde gidip, ancak beş ayda gelmişlerdir. Sonra dördüncü senede Kolomb,
bulduğu yeni dünyaya ulaştığında, oranın Kâşk adlı hâkimi, Kolomb'u gemiden
çıkmaya komayıp, menettiğinde; Kolomb'un ona karşı koymaya kudreti
olmadığından, hile yoluna sapıp, demiştir ki: Siz, bize cefa eylediniz.
Onun için rabbiniz size gazap etmiştir. Alameti odur ki, yarın güneşin
ışığını alsa gerektir. Meğer ertesi günü, bize nispetle orada güneş
tutulması, olup, Kolomb bunu bilmiştir. O zaman bu sözden onlar vehme
düşüp, sabahı beklemişlerdir. Kolomb'un haber verdiği saatte güneş
tutulduğu için, oradakiler korkuya düşüp, Kolomb'a hediyelerle
gelmişlerdir. Sulh edip, ona boyun eğip, itaat kılmışlardır. Hepsi puta
tapıcı iken, ahalinin çoğu dönüp, Kolomb'a uyup, hıristiyan olmuşlardır.
Kolomb, adamlarıyle yeni dünyada kalıp, yirmi senede birçok yerini zabt
edip almıştır. Kuzey yarısı ahalisini beyaz ve esmer; güney yarısında
oturanlarını, Habeşî ve siyahî, boylarını ondört karıştan fazla uzun
bulmuştur.
Yeni dünyanın birçok nehirleri, meyveli ağaçları, yüksek dağları ve derin
vâdileri vardır. Oranın rengârenk kuşları ve vahşi hayvanları sayısızdır.
Burasının büyüklüğü, dünyanın meskün olan diğer dörtte bire kadardır ki,
garip tavırları ve acayip halleri, Yaratıcının sanatının eserlerini ve
kudretini tasdik etmektedir. Önceki kitaplarda sözü yedilmemiş ve hazreti
Adem'den beri gidilmemiş olan bu yeni kıta, yeni dünya adını almıştır.
Burası o kadar geniştir ve o kadar çeşitli dağları, ovaları vardır ki,
tafsilini ancak Allah bilir. Kelam-ı Kadiminde: "Onun ilmi dışında bir
yaprak dahi düşmez." (6/59) buyurmuştur.
Dördüncü Madde
Kaynakların fışkırmasını ve yer sarsıntısını hakîmâne bildirir.
Ey aziz, malûm olsun ki, filozoflar demişlerdir ki: Kaynakların
kaynamasının ve yerin sarsılmasının sebebleri budur ki, yerin içinde oluşan
buhar, orada hapsoldukta; bir tarafa yönelip, orada soğuyarak suya dönüşür.
Eğer az ise buhar parçalarıyle karışıp kalır. kuyu suları budur. Eğer fazla
ise, yerin içine sığmayıp, yerkabuğunun ince yerlerini yararak, çıkar ki,
kaynayan kaynaklar budur. Pınar ve kaynakların bir sebebi dahi budur ki:
Karlanan ve yağmurlardan dağların içine sızarak akan sulardır. Zira ki, kar
ve yağmurun çokluğu ile kaynaklar ve pınarlar çoğalıp, onların azalmasıyle
bunlar dahi eksilmiştir. Şu halde yeryüzünde akıp, insan ve hayvanların
hayat maddesi olan tatlı sular için Hak Taâlâ yerin dağlarını hazineler
kılmıştır. Zira ki yağmur ve kar suları, dağların altında mağaralar ve
taşlar içinde ve yeraltında toplanıp, dağlar tarafından saklanmıştır.
Bundan sonra dar yarıklardan azar azar sızdırıp, ondan kullarına yetecek
kadar pınarlar ve nehirler akıtmıştır. Ta ki gelecek kışta yağmur ve karı
dağların mağaralarına sızdırıp, sularından, mağara ve taşlardan akan
suların yerine dolduruncaya kadar, o taşların altlarında olan küçük
gözelerden yavaş yavaş sızan nehir ve kaynak suları, insanlara ve
hayvanlara yetmiştir. Fazlası, vâdilerde seller olup, feryat ile denizlere
gitmiştir. Şu halde o yüce Yaratıcı, yeryüzünde olan yaratıklar için
dağlara yağmur ve kar verip, nehirler ve kaynaklar çıkarmakta dolap misali
etmiştir. Bu dolapların dönüşü süreklidir ki, kıyamete kadar sürer.
Yeraltında buharlardan oluşan veya yağmurdan biriken sular, yerlerine
sığmayıp, ince yerlerden kolaylıkla çıktığında, eğer taşların veya temiz
toprağın yakınında ise, o su, soğuk ve tatlı olur. Eğer çorak yerlerden
gelirse, o su tuzlu olur. Eğer kükürtlü arazilerden ve madenlerden çıkarsa
o su sıcak olur. Zira ki kış mevsiminde havanın soğukluğu galip olduğundan,
güneşin sıcaklığı yerin altına firar eder ki, iki zıt bir yerde toplanmaz.
Onun için yerin içi kış günlerinde sıcak olup; kükürtlü araziler ve
madenler, sıcaklığı, çokluğuna ve azlığına göre çekip, daima korumuşlardır.
Bu sebebtendir ki, madenler çevresinde kaynayan ılıca suların tatları ve
kokuları ve hararetleri ve özelliklerini almışlardır. Eğer bu suya, havanın
soğukluğu isabet ederse, donup civa olur. Zift, neft, şab veya tuz olur.
İsfahan ile Şiraz arasında bir su çıkar ki, Allah'ın şaşılacak
sanatlarındandır. Sığırcık suyu nâmıyle meşhurdur. Kaçan bir yere çekirge
istila edip, mahsullerini yese; bir kimse varıp o sudan bir şişe alıp,
arkasına bakmadan ve şişeyi yere komadan o araziye getirse, o suya sayısız
sığırcık tâbi olup, o çekirgeleri öldürdüğünü tevatür ile naklederler.
Yerin içinde oluşup, hapsolan buhar, öyle bir mertebe kalın olsa ki, yer
kabuğunu yarıp çıkması mümkün olmasa veya yerkabuğu kesif ve salp olup
buharın çıkmasına mâni olsa; yerin altında toplanıp dışarı çıkmak isteyen o
buhar, yeri şiddetle yardıkta, o yer hareket eder ki, yerin sarsıntısı
odur. Yerin içinde oluşan dumanların ve rüzgârları ahkâmı,
atmosferdekilerin ahkâmı gibidir. Kâh olur ki bunlar oldukça kuvvetli olup,
yeri öyle hızlı yarar ki, ondan büyük gürültü hâsıl olur. Kâh olur ki
dumanın tabiatı gereği ateş almasına neden olan şiddetli hareketlerle
yerden ateş çıkar. Eğer ateş, bir madende ortaya çıkarsa, onu tamam
bitirinceye dek aylarca hatta yıllarca yanar, demişlerdir. (En doğrusunu
Allah bilir. Çünkü o, muhakkak sebeblerin yaratıcısıdır.)
Yorumlar
Yorumları Göster Yorumları Gizle