Reşat Nuri Güntekin - Çalıkuşu/Birinci Kısım (Bölüm 5)
Onu kaybettiğim zaman dokuz yaşlarındaydım. Babam da tesadüfen İstanbul'da bulunuyordu.
Zavallıyı bu sefer de Trablus'tan Arnavutluk'a kaldırmışlardı. İstanbul'da ancak bir hafta kalabilmişti.
Büyükannemin ölümü onu müşkül bir mevkide bırakıyordu. Bekâr zabit, dokuz yaşında bir kız çocuğunu peşine takıp dağ taş sürükleyemezdi. Nedense, beni teyzelerimin yanında bırakmaya yanaşamıyor, ihtimal, bir sığıntı vaziyetine düşmemden korkuyordu. Ne düşündüyse düşündü, bir sabah beni elimden tutarak vapura bindirdi; İstanbul'a geçirdi. Köprüde tekrar bir arabaya binerek bitip tükenmez yokuşlardan çıktık, çarşılardan geçtik, sonra büyük bir taş binanın kapısı önünde durduk.
Burası, benim on sene kapalı kalacağım sör mektebiydi. Bizi kapının yanında perdeleri ve panjurları kapalı loş bir odaya aldılar.
Her şey önceden konuşulup hazırlanmış olacaktı ki, biraz sonra içeri giren siyahlı bir kadın bana doğru eğildi; başındaki beyaz başlığın uçları garip bir kuşun kanatları gibi saçlarıma sürünerek yakından yüzüme baktı ve yanaklarımı okşadı.
Mektebe ilk ayak atışımın yine bir kaza, bir yaramazlıkla başladığını hatırlıyorum.
Babam, Sör Süperiyör'le konuşurken ben, dolaşmaya, öteyi beriyi karıştırmaya başlamıştım. Üzerindeki renkli resimlere parmağımla dokunmak istediğim bir vazo yere düşerek kırıldı.
Babam kılıcını çıkartarak yerinden fırladı, telaşla beni kolumdan yakaladı. Kırılan vazonun sahibi Sör Süperiyör ise bilâkis gülüyordu. Ellerini sallayarak babamı yatıştırmaya çalışıyordu.
Mektepte ben, bu vazoya benzemez daha neler kıracaktım. Evdeki haşaralığım orada da devam ediyordu. Bu sörler ya hakikaten melen gibi sabırlı insanlardı, yahut da benim hoş bir tarafım vardı. Yoksa başka türlü benim kahrımı çekmek mümkün değildi.
Sınıfta mütemadiyen gevezelik eder, oradan oraya dolaşırdım.
Herkes gibi merdivenlerden inip çıkmak benim için değildi. Mutlaka bir köşeye sinerek arkadaşlarımın inmesini bekler, sonra ata biner gibi tırabzanın üzerine atlayarak kendimi yukarıdan aşağıya koyuverirdim. Yahut da ayaklarımı birbirine yapıştırarak zıplaya zıplaya basamaklardan atlardım.
Bahçede kuru bir ağaç vardı. Fırsat buldukça oraya tırmandığımı ve tehditlere kulak asmadan teneffüs sonuna kadar daldan dala atladığımı gören muallim bir gün, "Bu çocuk insan değil, çalıkuşu!" diye bağırmıştı.
İşte o günden sonra asıl adım unutuldu ve herkes beni "Çalıkuşu" diye çağırmaya başladı.
Bilmem nasıl sonradan bu isim aile arasında da aldı yürüdü, ve Feride adı bayram elbiseleri gibi, pek sayılı günlerde kullanılan resmi bir ad olup kaldı.
Çalıkuşu benim hem hoşuma gider, hem işime yarardı. Bir münasebetsizliğimden şikâyet edildiği vakit fütursuzca omuzlarımı silker, "Ne yapalım... Bir Çalıkuşu'ndan ne beklenir?" derdim.
Ara sıra mektebimize, çenesinde keçi sakalına benzeyen bir küçük sakal taşıyan gözlüklü bir papaz gelip giderdi. Bir gün el işi makasıyla saçımdan kestiğim bir parçayı zamkla çeneme yapıştırmıştım. Hoca benim tarafıma baktığı zaman çenemi avuçlarımın içine saklıyor, o başını öte yana çevirince ellerimi açıp sakalımı sallayarak papazın taklidini çıkarıyor ve çocukları güldürüyordum. Muallimimiz bu kahkahaların sebebini bir türlü anlayamayarak öfkesinden çığlık çığlığa bağırıyordu.
Bir aralık başımı sınıfın koridora açılan penceresine çevirecek oldumdu. Camın arkasında Sör Süperiyör'ün bana baktığını görmeyeyim mi?
Şaşkınlıktan ne yapsam beğenirsiniz? Boynumu bükerek, parmağımı dudağıma götürerek "sus" işareti yaptım; sonra da parmaklarımla ona bir öpücük gönderdim.
Mektebin en büyüğü bu Sör Süperiyör'dü. En ihtiyar hocalara kadar herkes onu Allah gibi sayardı. Böyle olduğu hâlde kendisinden hocaya karşı suç ortaklığı rica etmem kadıncağızı neşelendirdi. Sınıfa girerse ciddiyetini muhafaza edememekten korkuyormuş gibi gülerek ve parmağıyla beni tehdit ederek koridorun karanlığında kayboldu.
Sör Süperiyör, bir gün de beni yemekhanede yakalamıştı. Sınıftan çalıp getirdiğim kâğıt sepetine yemek artıklarını doldurmakla meşguldüm.
Sert bir sesle beni yanına çağırdı:
- Buraya gel Feride, dedi, nedir bu yaptığın?
Yaptığımda ne fenalık olduğunu anlamıyordum. Gözlerimi yüzüne kaldırarak:
- Köpeklere yiyecek vermek fena mı Masör? dedim.
- Hangi köpekler, ne yemeği?
- Viranedeki köpekler... Ah Masör, beni görünce ne kadar sevindiklerini bilseniz... Dün akşam ta köşe başından karşıladılar, ayaklarıma dolaşmaya başladılar... "Sabredin... Ne oluyorsunuz... Viraneye gitmedem vermem" diyorum... Zalimler bir türlü lakırdı anlamıyorlar, beni yere yatırıyorlar... Benim de inadım tuttu. Sepeti sımsıkı eteklerimin arasında tuttum... Az kalsın beni parçalayacaklardı... Bereket versin bir simitçi geçiyordu, beni kurtardıç
Sör Süperiyör, gözlerini gözlerime dikmiş, beni dinliyordu.
- Peki, sen mektepten nasıl çıtkın? diye sordu.
Hiç çekinmeden:
- Çamaşırhanenin arkasındaki duvardan atladım, dedim.
Sör, büyük bir felaket haberi almış gibi ellerini başına götürerek:
- Nasıl cesaret ettin? dedi
Aynı safvetle: - Merak etmeyiniz Ma sör... Duvar çok alçak... Hem nasıl istiyorsunuz ki kapıdan çıkayım... Kapıcı beni bırakır mı hiç? Birinci defasında "Ma sör Terez seni çağırıyor" diye aldattım da öyle kaçtım... Rica ederim siz de beni haber vermeyin... Çünkü köpeklerin aç kalmaları tehlikesi var...
Sör'ler ne garip insanlardı. Zannederim ki başka bir mektepte bunu yapsam ya hapsedilir, yahut da başka bir ceza görürdüm.
O, benimle yüz yüze gelmek için yere çömeldi:
- Küçük, hayvanları korumak güzel şey, dedi, fakat itaatsizlik etmek hiç öyle değil... Bırak sepeti bana... Ben kırıntıları kapıcı ile köpeklere gönderirim.
Hayatta kimse galiba bu kadın kadar beni sevmedi.
Sör'lerin buna benzer hareketleri o zaman yelin kayaya tesiri gibi bir şeydi, haşarılığıma, intizamsızlığıma manı olacağa benzemezdi. Fakat zamanla, gizli gizli içeriye işlemiş, bende silinmez izler, şifasız bir zaaf ve rikkat tortusu bırakmış olmasından korkarım.
Yorumlar
Yorumları Göster Yorumları Gizle