Oyhan Hasan Bıldırki - Üç Yudum Su
Hanım hey!
Şu dünyanın halleri bir gariptir, sorma gitsin... Ne zaman, ne olacaktır? Bilirse, bir yüce Tanrı’m bilir. En ucu mu? Ölümlü dünya! Dünya, ya... Kişi, kendini bilmeli. Elinden geldiğince de haline şükretmelidir. Ademoğlu kuş misali. Bugün burda, bakarsın, bir göz açımı zaman sonra, yarından çok tez, orda buluverir kendini. Sözün ucu; kişi haddini bilmeli. Ne oldum demeden, ne olacağım diye düşünmeli.
Çok eski çağda, insanların da iyi kötü mutlu olduğu günlerde, Varlıklılar Köyü'nün uluları toplanır. Aralarında görüşürler, söz birliği ederler. Bir hal, cümle köy halkına sıkıntı vermekte, şu ölümlü dünyadaki mutluluklarını gölgelemektedir. Bir kişisel eksiklikleri mi var? Yoo... Tamam hepsinin bir eli balda, ikinci eli yağda. Ambarları da dolu. Artığını kurda kuşa yemlik bırakırlar. Nedense, gönüllerini karartan bungunluk[1] gitmez. Yüreklerinin tam orta yerine çöreklenir de çöreklenir.
Hanım hey! Ne derler: Sora sora Bağdat bulunur. Elbette bizim bu derdimizin, bir dermanı olmalı, değil mi, ya? Yüceler yücesi, şu dünyanın gerçek sahibi olan görklü Tanrı’m, dertlere sayısız derman[2] yaratır. Hüner, arayıp, bir bilene sorup, derdin çaresine bakmaktır.
Uluların en körpesi, aldı sözü, ikiletmedi, söyledi:
- Yoksuloğlu’nu bilirsiniz, dedi.
Ulular, evet anlamında sustular.
Berikisi sözünü sürdürdü:
- Bir gariptir. Kimi, kimsesi yoktur. Şunca zaman olmuş, çoluk çocuğa karışmış. Geceyi gündüze katar, tan ağaran çağda çalışmaya başlar, akşam alacasında yuvacığına döner. Lâkin ne yazıda yabanda tarlası, ne dağda bayırda hayvanı yoktur. Yüce Tanrı’m ömürlerini versin, şu çocukları yok mu ya? Ne zaman görsem, ne yana baksam, ne üstlerinde var, ne başlarında. Ana kuzuları, hep başka ellere[3] bakıyor, bir umut içinde, bir o yana, bir bu yana dolanıp duruyorlar.
- Ya, ya! dedi ortanca ululardan biri. Pek yoksullar canım!
- Mesele de bu, dedi körpe ulu. Yüreğimizdeki bungun, bundan olsa gerek! Mutluluğumuzun üstüne üstüne kar yağmasında, bu yoksulların ahlarının dumanları olsa gerek!
- Anlaşıldı, anlaşıldı dediler. Ne yapalım?
Uluların en körpesini, can kulağıyla, gözlerinde “anlıyorum” dercesine, yanıp sönen gülücüklerle dinleyen en yaşlı ulu:
- Ne yapalım, dendi. Duydun? Sözünün sonunu getir. Düşündüğün nedir? Onu söyle. Artık kocadık[4]. Yüreğimizdeki bungun dinsin. Yapılacak işi bilelim. Ahır ömrümüzde[5], mutluluğumuzdan olmayalım. Şu derdimizin çaresi nedir? Onu bilip, işleyelim[6].
Koca koca ulular, evet anlamında sustular.
- Gelin şu Yoksuloğlu’na bir iyilik edelim. Onu da, bizlerden biri haline getirelim.
- Nasıl, nasıl? dediler.
- Şerefine de çok düşkündür. Gönül yapalım derken, yıkmayalım?
- Yazıda yabanda tarla, dağda bayırda mal bağışlasak, dünyada imkânı yok, kabullenmez
- Alın terinden gayrı kazanca değer vermez!
- Ya, yüreğimizdeki bungun ne olacak?
- Mutluluğumuzun üstüne üstüne karlar mı yağsın?
Hanım, hey! Ne demiştik? Her yokuşun bir inişi, her derdin de bir çaresi vardır. Yunus ne güzel demiş: Dağ ne kadar yüce olsa, yol onun üstünden aşar.
Yoksuloğlu, namaza düşkün. Hiçbir vakit namazını dışarıda kılmaz, camiye koşar. Varlıklılar Köyü’nün tamam halkı, bilir bunu. Bu yüzden de Yoksuloğlu’nu severler.
Konuşmaların tam ortasında, uluların en körpesi de söze, kaldığı yerden başladı:
- Mal dal versek olmaz. Bilirim bunu. Yoksuloğlu almaz. Töredendir, sorup soruşturulur, buluntu para, eğer sahibi yoksa, bağışlanacak bir ocak da yoksa, bulanın üstünde kalır.
Uluların yüreğindeki bungun, diner gibi oldu. Tamamı, aynı düşüncede birleştiler: Yoksuloğlu’na bir hazine değerinde olmasa bile, kendilerininkinden geride kalmayacak kadar, buluntu para bulduracaklardı.
Yoksuloğlu’ndan başka, herkes sözleşti, gönüllerinden koptuğunca, işin gereğini gördüler. Bir cuma namazı öncesi, meydana gözcülerini koydular. Bir kese dolusu altın parayı, camiye giden köprüye bıraktılar.
Yoksuloğlu’nun yüreğinde bir başka yangın, Hanım hey! Hem yürür, hem içinden konuşur:
- Yüce Tanrı’m... Elde yok, avuçta yok. Eh, ömür dediğin ne ki? İşte o da gelip geçiyor. Şükür, bugün kara taşı sıksam, suyunu çıkarırım. Kararıp duran kara dağları yarabilirim. Lâkin, yarın neler olur, kestirmek güç. Ya elim ayağım tutar da, gözlerim kör oluverirse, camiye gelebilir miyim? Bugün de, onu sınamak gerek! Bakalım şu köprüyü gözlerim kapalı, geçebilecek miyim?
Ulular, heyecan içinde beklemekte. Yoksuloğlu, kaderinin görünmeyen karanlıklarına doğru, telâşsız, gözleri sımsıkı kapalı olduğu halde yürümekte.
Sana şükürler olsun Tanrı’m!.. Yoksuloğlu başardı, kazandı. Köprüyü geçti. Camiye vardı. Herkesle birlikte namazını kıldı. Vardı, çarşı meydanına geldi. Uluların da kendisini odaya çağırdıklarını duydu. Hah, bana bir iş verecekler diye sevindi. Çoluk çocuğunun nafakasının kesilmeyeceğini düşündü.
Odaya vardı, seslenip içeri girdi. Selâm verdi. Baktı, gördü ki ulular, sopsoğuk. Donuk ve endişeli gözlerle de kendisine bakmaktalar. Yüreğine kurt düştü, gönlü cazır cazır yandı.
- Vah ki, ne vah! dedi. Oğullarımdan bir veya tamamı, bir terslik[7] yapmış olmalı. Bu, uluların hoşuna gitmemiştir.
Eridi. Odadakilerin yüzüne bakamaz oldu.
Uluların en kocası, söze hemen girdi:
- Be Yoksuloğlu, dedi. Bilirsin, seni severiz. Sana da yardımcı olmak isteriz. Lâkin bir engel çıkarır, pişmiş aşa su katarsın. Seni kolladık. Geçtiğin köprüye bir kese altın para bıraktık. Dönüp baktık, bir de ne görelim?..
Erim erim eriyen Yoksuloğlu, kötü bir fırtınanın esmeye başladığını da sezer gibi oldu. Başından ayaklarına, kaynar sular dökülmeye başladı, dayattı[8]:
- Ağalar, bilirsiniz, elim uzun değil, hırsızlığım yoktur.
Uluların en kocası:
- Sözümü kesme de, dinle dedi. Kese... kese yerinde duruyordu. Sana yardımda bulunalım dedik. Alın terine verdiğin değeri dahi biliyoruz. Parayı tellala verdiğinde sahiplenmeyecektik de. Altınlar sana kalacak, gariplikten kurtulacaktın. Yazıda yabanda, dağda bayırda sen de mal mülk sahibi olacaktın. Lâkin, gördüğün halde altın keseyi niçin almadın?
Yoksuloğlu sevindi, yüreğinin yangını söndü.
- Görmedim, dedi.
Ayaküstü, olanı biteni anlattı. Niyetinden söz etti. Üzülmekle dövünmek arasında, kararsız kaldı. Gözlerinin önünden tarlaların hası, malın maşadın en alacası geldi, geçti. Lâkin, oy başım, kadersiz başım diye de bağırmadı. Çok şükür, adı kötüye çıkmamıştı. Kendi kavlince[9], daha bu köyde yiyeceği ekmek kesilmemişti.
Yoksuloğlu söyledikçe, dedikçe, uluların yüreğindeki bungunluk arttı, mutluluklarına alaca düştü. “Vermeyince Mabut, ne yapsın Mahmut?” diye de düşünmediler. Gördüler ki, şu ölümlü dünyadaki terslikler bitmeyecek. Yoksuloğlu’na çık, dediler, ikiletmedi, çıktı. Ulular, toplantılarını sürdürdüler. Yoksuloğlu’ndan kurtulma çaresini araştırdılar.
- Sürüp çıkaralım aramızdan, dediler.
- Varsın ekmeğini, başka kapıda arasın!
- Yoksuloğlu aramızda dolanıp durdukça, yürek yaramız kapanmayacak.
Yoksuloğlu, olanlardan habersiz, oda kapısında dikeldikçe dikeldi. Kâh üzüldü, kâh sevindi.
Hanım, hey!
Ne derler? Kul sıkılmayınca, Hızır yetişmezmiş...
Oda da ulular tartışmakta. Oda kapısında Yoksuloğlu, karşı yatan kara dağların karalığında, kapkara düşünmekte.
Ululardan biri, uluların en körpesine çıkıştı:
- Hesabın tamam çıkmadı, dedi. Bizi yarı yolda, yaya bıraktın.
Sözün ucundaki:
- Hatasız kul olmaz, dedi. Tedbirimizi[10] almış, tedarikimizi[11] tamamlamıştık. Lâkin, yerin göğün yaratıcısı, şu koca dünyanın gerçek sahibi, yüceler yücesi Tanrı’m, beni mahcup etti. Artık yüzüm yerde gezmeliyim. Anladım, kusur bende.
Ululardan bir başkası:
- Birbirimizi yemeyelim, dedi. Gelin, işin doğrusu ne ise, onu tutup, gereğini yapalım.
- Doğru, doru!
- En güzeli, Yoksuloğlu’nu köyden çıkarmaktır. Kararı bildirelim. Çağıralım, gelsin! dediler.
Ululardan biri, ulak[12] çıktı. Varıp hemen kapıya yöneldi. Kendini dışarı attı. Bir de ne görsün?
Yoksuloğlu’nun yanı başında, saçı sakalına karışmış bir yoksul daha oturur. Gözleri karardı, bunaldı. Ne edeceğini, nasıl diyeceğini bilemedi. Vardı, geriye, odaya girdi. Gördüklerini, yüreği yana yakıla anlatmaya başladı.
- Vay, hallerimize vay! dedi. Yakamızda bir uğursuzluk olmalı.
- Ne var, ne oldu? dediler.
- Bekletme, tez söyle, dediler.
- Haydi, çabuk! dediler.
- Birinden kurtulalım derken, bir diğeri çıktı karşımıza. Dışarıda bir yoksul daha var. Niyeti, köyde kalmak, burada yerleşmek olmalı.
Tam bu sırada, ikinci yoksul, üstü başı perişan, odanın kapısında göründü. Belli, bir diyeceği, söyleyip isteyeceği vardı.
Ulular kapıyı tuttu. Hep bir ağızdan:
- Çık dışarı! diye seslendiler.
Beriki tınmadı. Odaya girmekte, ayak diretti. Lâkin ulular güçlü geldi. Bu ikincisini, Yoksuloğlu ile birlikte, dışarıda bırakıp, oda kapısını sürgülediler.
- Bunların laftan anlayacağı yok, dediler. Derdimiz katmerleşmeden[13], şunların ikisini dahi, bir güzelce dövelim. Aramızdan sürüp çıkaralım.
Sözün burasında, sürgülü kapı gıcırdadı, açılmadı. Nasıl olduysa oldu, ikinci yoksul, uluların en kocasının yanında bitiverdi. Donakaldılar...
İkinci yoksul, dile geldi, söyledi:
- Ağalar, derdiniz vardır, bilirim. Yalnız, telâşınız da, karşı yatan kara dağlar gibi kabarmış. Bir zavallıya olan öfkeniz artmış. Umarım, kötü bir iş yapmayasınız?
- Ne kötüsü? dediler.
Bu kerâmet sahibine, olanı biteni hiç eksiksiz, tastamam anlatıverdiler.
- Düşündük, şu yoksulu dövelim, köyden sürüp çıkaralım.
İkinci yoksul, sözün ucunu tuttu:
- Dövmek olmaz, dedi. Görüyorum, garibin kimsesi yok. Ele alınacak bir suçu dahi bulunmuyor.
- Ya ne yapalım? Sen söyle.
- Çağıralım odaya. Gelirse gelsin, gelmez ise, zorla getirilsin. Önüne üç yudum su, yedi lokma ekmek koyalım. Yedirelim. Artık aramızdaki son kısmetin budur, diyelim. Helâlleşelim. Sertlik göstermeden onu yolcu edelim. Çor çocuğunu alsın, varsın bir başka diyara gitsin... Gün doğmadan neler doğar? Varıp anlasın, görüp sınasın[14].
Ulular sözü ikiletmediler, tamam dediler. İkinci yoksula kimliğini sordular. Nereden gelip, nereye gittiğini de anlamak istediler. “Kimlerdensin, nicesin, öğrenmek dileriz”, dediler.
Berikisi, yalnızca gülümsedi.
- Ne önemi var? dedi. Bir garip yolcuyum. Bugün burda, yarın da bir başka diyarda konuk oluveririm. Siz, benimle dertlenmeyin. Varın, tez zamanda dediklerimi işleyin. İşin doğrusunu yerine getirin. Kendi derdinizin çaresine bakın.
Uluların en kocası:
- Haydin, durmayalım. Güzel olanı yapalım, dedi.
Öyle de yaptılar. Nar gibi, lâle gibi kızarmış taze somundan yedi lokma ayırdılar. Yanına, bir bardağın içine de üç yudum su koydular. Varıp, kara düşünceler içinde kararıp kalan, zaman ilerledikçe de yüreği ağırlaşan Yoksuloğlu'nu tekrar çağırdılar.
Yoksuloğlu'nun yüzünde soran bakışlar, olanı biteni anlamaya çalışan bakışlar. Ulular ferahlamış[15] gibi. Sanki bir ağır yükten kurtulmuşlar, düze çıkmışlar. Yoksuloğlu'na sofrayı gösterdiler.
Dediler:
- Bu, sana yapabileceğimiz son yardımdır. Önüne konanı azımsama, ye! Yüceler yücesi Tanrı'ya duanı yap. Helâllik alıp verelim. Aramızdan çık, git. Bir başka diyarda, nasibini ara. Umarız bulacak, mutlu olacaksın.
Yoksuloğlu'nun içini bir sıkıntı bastı. Yüreği eridikçe eridi. Ne yapsa, ne dese, faydasız olacağını anladı. Erkek olmasa ağlayabilirdi. Sofranın başına çöküverdi. Elleri titredi, gözü karardı. Besmele çekti. Uluların arasındaki son yemeğini yedi, son suyunu içti.
- Ağalar, dedi. Anlıyorum, beni sürüp çıkarmakta, gurbete yolcu etmekte kararlısınız. Lâkin, gurbet elin hali yamandır. Bakarsınız oralarda dikiş tutturamam. Şu koca dünyada dolanır, dururum. Yeniden aranıza yolum düşebilir. Başımızı soktuğumuz, çor çocuğumun içinde dünyaya gözlerini açtığı yuvamı, ocağımı size emanet etmek istiyorum. Onu kollayıp, gözetiniz. Darda kalırsam, ezilip bükülürsem, gurbet elin kahrına dayanamazsam, varıp ocağımı tüttürmeye gelirim. Buna izin verirsiniz değil mi?
Ulular, evet anlamında sustular.
Yoksuloğlu, odayı dolduran ulularla helâlleşti. Ulular, başarı dileklerini belirttiler. Yoksuloğlu'nu odadan dışarı çıkardılar. Varalım, o kerâmet sahibine de teşekkür edelim dediler. Çarçabucak odaya döndüler. Tamam, her köşe bucağı aradılar. Bu ikinci yoksulun izine hiçbir tarafta rastlamadılar.
Yoksuloğlu da, ev halkıyla birlikte, yazının yabanın, dağın bayırın kahrını düşüne düşüne, gurbet elin yolunu tuttu.
Hanım hey! Devir, var varanın, sür sürenin devri. Yol yürümekle, fakirlik çalışmakla tükenir. Yoksuloğlu, bıkıp usanmadı, yılmadı. Kara dağların birinden diğerine yol bulup aştı. Şu koca dünyada kısmetini aradı. Varlıklandı, küpünü doldurdu. Artık onun da çil çil, sarı sarı altınları vardı. Yazıda yabanda tarla, dağda bayırda mal sahibi de olmuştu. Yalnız hani vakittir yüreğinde bir özlem, yanıp kavruluyor, büyüyüp dal budak salıyordu. Bu özlem, yüreğini köz köz yakıyordu.
Bir gün, evinin gölgeliğinde oturmuş, biteviye uzanan, karşı yatan kara dağlarla sınırlanan, sanki onlarla yarışan verimli topraklarına uzun uzun bakmış, kararını vermişti.
- Malın dalın, ne önemi var? demişti. Ben köyümü özledim. Gitmesem olmaz. Bu yürek yangınına artık dayanamayacağım. Üstelik yaşlandım. Ölüm kapımı ne zaman çalar, bilemiyorum. Varıp köye dönmeliyim. Mutluluğumu ulularla paylaşmalıyım. Hem, onların da yürekleri kararıp kalmamalı, değil mi ya? Şimdi kim bilir ne düşünüyorlar, nasıl üzülüyorlar? Yürekleri, acabaların en koyusu ile yanıp kavruluyordur.
Kalkıp yerinden doğruldu. Karısını çağırdı. Düşündüklerini anlattı. Fikrini sordu. Yoksuloğlu'nun bunca zamandır bir yastığa baş koyduğu, her şeyini paylaştığı can yoldaşı:
- Epeydir, ben de düşünüyordum, beyim! dedi. Oğullarımızı baş göz[16] etmeliyiz. El kızına[17] güven olmaz. Varıp köye dönelim, bir büyük düğün kuralım. Oğullarımızı da tanıdık kızlarla everelim.
Yükler denk[18] edildi, kervan yola çıktı.
Yoksuloğlu, köyüne döndü.
Onu, hiç kimse tanımadı.
Ona, Yoksuloğlu'nun evini gösterdiler. Şimdilik kalabilirsin dediler. Bu hatırlı ve mutlu adama, Yoksuloğlu'nun hikâyesini anlattılar.
Yoksuloğlu, ilk defadır o zaman, gözlerinden yaşlar döktü, ağladı. Ulular, bu gözyaşlarının manasını o zaman, anlar gibi oldular. İlkin üzülsünler mi, sevinsinler mi karar veremediler. İş olacağına varır diye düşündüler. Olacağı da zamana bıraktılar.
Varlıklılar Köyü’nde bir büyük düğün kuruldu. Bu düğünü dil ile anlatmak imkânsız. Kırk gün, kırk gece yenilip içildi. Sonunda da mutluluğa açılan yeni ocaklar tütmeye başladı.
Ortalık, burcu burcu mutluluk kokuyordu.
Herkes mesuttu
Herkes gülümsüyordu.
[1] Sıkıntı.
[2] Çare.
[3] Yabancı.
[4] Yaşlandık.
[5] Ömrümüzün sonunda.
[6] Yerine getirelim, yapalım.
[7] Uygunsuz bir iş, durum.
[8] İtiraz etti, karşı çıktı.
[9] Kararınca.
[10] Önlem.
[11] Gerekli olan şeyler.
[12] Haberci.
[13] Artmadan.
[14] Denesin.
[15] Rahatlamış.
[16] Evlendirmek.
[17] Yabancı, tanımadık kız.
[18] Hazırlandı, bağlandı.
Yorumlar
Yorumları Göster Yorumları Gizle