Mustafa Kemal Atatürk - Nutuk/7. bölüm/Yunan taarruzu karşısında milli cephelerin bozulması üzerine…
Efendiler, Yunan taarruzu ve millî cephelerin bozulması, Meclis’te büyük buhranı ve şiddetli ta’rîzât ve tenkidâtı mûcib oldu.
Büyük Millet Meclisi’nin 13 Temmuz 336 günü, 41. ictimâında, taksirât ve idâresizliklerinden dolayı Bursa Kumandanı Bekir Sami ve Valisi Hacim Muhittin Beylerin ve Alaşehir Kumandanı Âşir Bey’in ne için bir divana tevdî edilmediklerinden dolayı Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Riyâseti’nden ve Dahiliye Vekâleti’nden istîzâh takrirleri okundu.
Bu takrir sahibi, Afyonkarahisar Mebusu Mehmet Şükrü Bey’di. Sinop Mebusu Hakkı Hâmi Bey’in de serian tecziye hususundaki ısrarı “bravo” sesleriyle karşılanıyordu. Sahib-i takrir olan Mehmet Şükrü Bey’in; “biz mes’ûl edildiğini görmek istiyoruz” feryâdı üzerine istîzâh kabul ediliyor. İstîzâh günü olarak tespit edilen 14 Ağustos 336’da Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Reisi cevap verdi. Fakat bir türlü kanaat ve sükûnet hâsıl olmuyordu. Karahisar Mebusu Şükrü Bey “anket” istiyor. Diğer bir hatip, bazı zâbitân ve kumandanların tecziyeleri tabii olduğundan bahsederek müteaddit misâller ta’dâd ediyor, diğer bir hatip, asker ricât ederken bir kumandanın otuz altı deve eşya götürmüş olduğunu söylüyor, başka bir hatip de Yunan ordusunun kısa bir zaman zarfında Akhisar’dan Marmara sahillerine varıncaya kadar, bütün şehirler ve köyleri yıldırım sür’atiyle istilâ eylediğinden bahsederek, Bursa felâketi dolayısıyla uğramış olduğumuz müthiş ziyan, cihan nazarında Anadolu’da müdafaa denilen şeyin bir göz korkuluğu olduğuna umumî bir zehâb uyandırmıştır diyor ve mutantan hezimetin mes’ûllerinin tecziyesini talep ediyordu.
Efendiler, uzun ve hararetli devam eden münakaşata, benim de karışmam icap etti. Vâki olan elîm vaziyette, Meclis’in teessür ve alâkasını takdir ettikten sonra, efkârı ve hissiyâtı tatmîn maksadıyla beyânât ve izâhâtta bulundum. Benim sözlerime karşı da vuku bulan ufak tefek ta’rîzlere cevap verdikten sonra, izâhât-ı umumiye kâfi görüldü.
Efendiler, tafsilâtını zabıt ceridelerinde mütâlaa buyurduğunuz bu hararetli müzakereden evvel, 26 Temmuz 336 günü de hafî bir celsede, buna mümâsil bir müzakere cereyân etmişti. Orada da uzun izâhâtta bulunmaya mecbur olmuştum. Çünkü teessür ve teellüm neticesi olarak yapılmakta olan tenkitlerde ve tekliflerde, bu mağlûbiyetin esbâb ve avâmil-i hakikiyesi, sanki unutulmuş gibi idi. Bütün felâketin müsebbibi olmak üzere, daha teşekkül ve deruhde-i mes’ûliyet edeli iki ay olmayan Heyet-i Vekile’yi mes’ûl etmek istihdâf olunuyordu. Bir seneyi mütecâviz bir zamandan beri, Yunan ordusunun İzmir mıntıkasında yerleşmiş ve mütemâdiyen hazırlanmakta bulunmuş olduğu ve buna mukabil İstanbul hükümetlerinin ordumuzu mütemâdiyen meflûc edecek esbâb ihzârıyla meşgûl olduğu ve milletin kendiliğinden teşkil edebildiği millî kuvvetleri inhilâl ve imhâ ettirmeye sâi olmaktan başka bir şey yapmadığı asla düşünülmüyordu. Eğer, bu bir sene zarfında Yunan kuvvetleri karşısında, az çok bir vaziyet vücuda getirilmiş idi ise bunun da beş on fedakârın kendiliğinden vuku bulmuş olan azim ve gayretleri mahsulü olduğunu nazar-ı insafa almak istemiyorlardı. Harekât-ı askeriyeyi, vaziyet-i hakikiyeye vâkıf olarak ve icâbat-ı askeriye nazar-ı dikkatte tutularak mütâlaa ve tetkik eden yoktu. Söylenilen sözler, ya hiss-i hamiyet galeyânıyla veyahut zaaf-ı kalb eseri olarak feryâd ü figan halinde dermeyan ediliyordu. Söz söyleyenler içinde, ender olmakla beraber, akide-i milliye ve merbûtiyet-i vataniyesi meşkûk olanlar dahi vardı.
Bu mevzu-i bahis ettiğimiz celse-i hafiyede, uzun beyânâtım meyânında bilhassa demiştim ki: “Felâket başa gelmeden evvel, onun esbâb-ı mânia ve müdafaası düşünülmek lâzımdır. Geldikten sonra teellümün faydası yoktur. Yunan taarruzu vâki olmadan evvel, vukuu kuvvetli ihtimal dahilinde idi. Eğer, buna mâni esbâb ve tedâbîr ittihâz edilememiş ise, bunun mes’ûliyeti, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne ve onun Hükümeti’ne ait olamaz. Büyük Millet Meclisi Hükümeti’nin mevki-i mes’ûliyete geldiğinden beri almaya başladığı tedbirler, bir sene evvelinden beri İstanbul hükümetleri tarafından, bütün milletle beraber ve ciddiyetle alınmaya başlanmak lâzımdı. Bazı kuvvetlerin cepheden alınıp dahilî isyanların bastırılmasına memur edilmesi, Yunan kuvvetleri karşısında bulundurulmasındaki faydadan daha mühim ve zarurî idi ve elân da öyledir. Gerçi Bursa’da terki zarurî olan bir fırka, Adapazarı isyan mıntıkasına sevk olunan iki fırka, Hendek’te inhilâl eden bir fırka, yani dört fırka; Zile, Yenihan mıntıkasında usâtla uğraşan bir fırka ve bütün bu nizamiye kuvvetlerine muâvenet eden millî müfrezeler, cephede bulundurulabilseydiler, ihtimal düşman taarruzu bu derece terakki edemezdi. Fakat, memleketin sükûneti, milletin emel-i halâsı noktasında, vahdet ve tesanüdü temîn olunmadıkça, haricî bir düşmanın pây-ı istilâsını durdurmaya çalışmak ne kabildir ve ne de bundan esaslı bir faide ve netice me’mûldür. Ancak, memleket ve milletçe, dediğim vaziyet muhafaza edilirse, düşmanın herhangi bir zamandaki muvaffakiyeti ve bunun neticesi olarak fazla arazi işgali, muvakkat olmak mahiyetinden kurtulamaz. Vahdette ve emelde azim ve ısrar eden millet, mağrur ve mütecâviz her düşmanı, evvel ve âhir gurur ve tecavüzünde nâdim kılabilir. Onun için, dahilî isyanları bastırmak, Yunan taarruzunu tevkif etmekten elbette daha mühimdir. Zaten, cepheden dahilî isyanlara karşı kuvvet tefrîk edilmemiş olsaydı dahi neticenin başka türlü olabileceğini farzetmek müşkildir. Meselâ düşman, şimal cephesine üç fırka ile tecavüz etti. Bizim orada, cephe ile mütenâsib kuvvetimiz yoktu. Filân noktada, filân derede, filân köydeki kuvvetimiz veya oradaki zâbit veya kumandanımız, düşmanın geçmesine müsaade etmeseydi, bu felâket başımıza gelmezdi tarzında feryâd etmekte mâna yoktur. Tarihte yarılmamış ve yarılmayan cephe yoktur. Bâ-husûs, mevzu-i bahis olan cephe, tahsis olunan kuvvetle tamamen mütenâsib dar bir cephe olmayıp da böyle yüzlerce kilometre imtidâdında bulunursa, bu cephenin şurasında ve burasında bulunan zayıf bir kuvvetin, ilânihaye müdafaasını kabul etmek bütün tasavvurât ve muhakemâtı hataya sevk eder. Cepheler delinebilir, buna karşı tedbir, delinen kısmı derhal kapamaktan ibarettir. Bu ise cephe üzerindeki kuvvetlerden mâadâ geride, ihtiyatta kuvvetli kademeler bulundurmakla mümkündür. Halbuki, Yunan ordusu karşısındaki millî cephemiz bu vaziyet ve bu kuvvette mi idi? Bütün Garbî Anadolu vilâyetlerimiz, Ankara ve havalisi dahil olduğu halde, daha doğrusu bütün memlekette, kuvvet denilecek bir cüz’-i tâm bırakılmış mı idi?
Yorumlar
Yorumları Göster Yorumları Gizle